Bu Blogda Ara

24 Temmuz 2008 Perşembe

Bir de "Müze Kart"'ın Olsun...

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı muhteşem bir uygulamaya imza attı. “Geçmişine değer veren kültür ve sanatseverlere avantajlarla dolu bir kart” sundu. 20 YTL gibi bir bedelle ülkemizdeki 300’ü aşkın müze ve ören yerini bir yıl içerisinde istediniz zaman istediğiniz kadar ziyaret edebiliyorsunuz.

Ülkemizde birçok kültürel faaliyette olduğu gibi müze ziyaretleri ve tarihi miraslarımıza duyarsız kaldığımız konusu da her zaman eleştiri konusu olmuştur. Yabancıların bizim eserlerimize bizden fazla ilgi gösterdiği hatta bazılarının bizden daha fazla tarihimizi bildiği söylenir. Elbette bu söylenenler farazi şeyler değil, sizde benim gibi elinizden geldiğince tarihi ziyaretler gerçekleştiriyorsanız birçok kez yabancı turistlerin bizlerden fazla olduğunu fark etmişsinizdir. Kültür ve Turizm Bakanlığı da bu duruma el koymak istemiş olacak ki Müze Kart projesini gerçekleştirmiş. 20 YTL gibi bir rakamla böylesine bir hizmet gerçekten muhteşem. Bu rakam bile tek başına bizim tarihimize olan alakamızın eseri pek tabi. Dünyanın birçok yerinde, bizim tarihimizi yansıtan eserleri görebilmek bir seferlik ziyarette 100 avro gibi rakamları gözden çıkarmayı gerektirebiliyor.

Proje başlangıcından sonraki 10 günlük süre içerisinde karta ulaşanlar 150.000 kişiyi bulmuş. Hedefin milyonlar olduğu yerde heyecan verici bir rakam değil ancak ülkemizdeki müze kültürü düşünüldüğünde umutlandıran ve heyecanlandıran bir rakam.

Cüzdanınızda taşıdığınız birçok kartın yanına bir de müze kart eklemekte fayda var. Müze ve ören yerlerini ziyaret eden biri değilseniz bile cüzdanınızda böyle bir kart olduğunu bilmek karşınıza bir müze çıktığında(ki mutlaka çıkacaktır) sizi oraya sürükleyebilme gücüne sahip olacaktır. Bu hazzı aldıktan sonra da o kartın müdavimi olacağınıza eminim. 20 YTL’ye bir sipariş verin ve kartınız evinize kadar gelsin.

Kültür ve Turizm Bakanlığını ve bu kampanyanın fikir babasını tekrardan tebrik ediyorum. Kamu kurumlarının pazarlama faaliyetlerinde daha çok bulunması gerektiğini her zaman söylüyorum. Sosyal sorumluluk bilincini en iyi pazarlayabilecek kurumlar kamu kurumları olacaktır. Kamunun maliyet avantajı, daha doğrusu maliyet ve kâr kaygısı olmaması böylesine güzel hizmetler ortaya koyabiliyor.

Yeri gelmişken biraz “özlü” sözlenelim:

Tarih milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen milletler, hafızasını kaybetmiş insanlara benzerler.”(Anonim)

Bir çınar için toprak altındaki kökleri ne ise -ve bu kökler kurudukça çınar nasıl kurumaya başlarsa- bir millet için de tarih odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Zamanla eski âdet ve ananesini, yaşayış tarzını unutan, tarihini bilmeyen, ecdadının neler yapmış olduğundan haberi olmayan bir millet, kendini ayakta tutan köklerinden birkaçını kurutmuş demektir.” (Kazım Karabekir)

16 Temmuz 2008 Çarşamba

İ.İ.B.F ve BOLLUK PARADOKSU

Ülkemizdeki mezun ve öğrenci sayısı en yüksek fakültelerimizin başında benimde mezunları arasında bulunduğum İ.İ.B.F(İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) yer alıyor. Kuşkusuz ülkemizdeki yüksek işsizlik oranı içerisindeki payın büyük bir kısmını da doğal olarak İ.İ.B.F.’liler oluşturuyor. Ülkenin genel ekonomik yapısının neden olmasının yanında İ.İ.B.F’lilerin işsizliğinin veya iş tatminsizliğinin önemli bir sorunu da bolluk paradoksu.
Bu yazıyı yazmama ön ayak olan Barry Schwartz’ın mükemmel tespit ve analizlerinden oluşan kitabı “Bolluk Paradoksu”. Özellikle son yıllarda sahip olduğumuz sınırsız seçeneklerin bizi mutlu mu ettiği yoksa mutsuzluğa mı sürüklediğini inceliyor Schwartz. Bende bu kitaptaki düşüncelerden yola çıkarak, bolluk paradoksunun İ.İ.B.F gömleklileri üzerindeki yansımasını aktarmak istedim. 

İ.İ.B.F.’LİLERİN ZORLU TERCİHİ
İ.İ.B.F fakültelerinde işletme, iktisat, maliye, çalışma ekonomisi, uluslar arası ilişkiler bölümleri yer alır. Bu bölümde eğitim gören öğrenciler eğitimlerini tamamlamanın ardından aynı işlere talip olabileceği gibi kendi bölümlerine yönelik farklı işler içinde yarışabilirler. Bir İ.İ.B.F mezunun bölümünü de göz önüne alınarak birçok iş alanı sayabiliriz ancak genel anlamda bunlardan sadece bazılarını sıralayalım: insan kaynakları uzmanı, ekonomist, müfettiş, denetçi, uzman, yönetici, hesap uzmanlığı, vergi denetçiliği, mali müşavirlik, muhasebeci, idari yargı hâkimliği, ihracat uzmanı, pazarlamacı, reklamcı, satın almacı, finansçı, denetçi, kaymakam, kendi girişimi ile kendi işini yaratması vs. vs… Bu listeyi belki de yüzün üzerine çıkarmak mümkün.
Peki, bu durum bir İ.İ.B.F.’li için üstünlük mü, zayıflık mı? Genel kanı olarak bol alternatifin üstünlük sağlayacağı kabul edilebilir ama birçoğumuz günlük hayatımızda bunun tam tersi etkisini görürüz. Seçim yapmamız gereken birçok durumda kendimizi sıkıntılı hissettiğimiz ve yaptığımız seçimler ardından da yeterince mutlu olmadığımız olur. Aklımız, seçim yaptığımızda geride bıraktıklarımızda kalır veya seçim yaparken seçenekler o kadar çoktur ki o an doğru kararı verememiş olma ihtimalimiz yüksektir. Aslında kesin doğru bir karar da yoktur. Yapacağımız her hangi bir seçim her zaman nispeten kötü bir seçim olma özelliği taşır. Yani fırsat maliyeti dediğimiz maliyetin büyüklüğü bizim seçim mutluluğumuzu kısıtlar. Fırsat maliyetimiz arttıkça da daha fazla mutsuz olma eğilimi gösteririz. Fırsat maliyetinin yükselmesi de alternatifin çokluğuyla doğru orantılıdır.
Sorumu yinelediğimde, iş alanı olarak bol alternatifli seçeneklere sahip İ.İ.B.F’lillerin artık bu durumunun üstünlük mü zayıflık mı olduğuna daha net bir karar verebiliriz. Elbette genel kanı olarak bol alternatifin özgürlüğü artırdığı düşüncesini kabullenmek, bunun büyük üstünlükler sunduğu düşüncesine tutunmak mümkün. Ancak Schwartz’ın Bolluk Paradoksunda aktardığı birçok çalışma kısıtlı seçenekler arasından seçim yapmak zorunda kalan, seçim şansı yüksek olmayan ve şartların kendilerini belli şeylere zorunluluğu olarak yönelttiği kişilerin bu yönelimlere kendilerini çok daha iyi adapte ettiğini, daha çok kabullenildiğini ve en önemlisi nihayetinde daha mutlu olduklarını gösteriyor. Bunun en yalın örneklerinden biri 1950’li yıllarda Amerikalı insanların bugüne oranla çok daha az seçme şansı varken, bu güne gelindiğinde çok daha fazla seçme şansı olduğu bol alternatifli bir Dünya’da yaşamalarına rağmen 1950’li yıllardaki insanların mutluluk oranları, bugünkü insanlardan daha fazla ve 2000’li yıllarda 1950’ye göre 14 milyon Amerikalı daha mutsuzmuş.
İ.İ.B.F. mezunlarının bu seçenekleri içerisinde karar vermeleri de aynı etkileri gösteriyor. Yapılan seçimin ardından akılların vazgeçilen seçeneklerde kalması, tatminsizliğe itiyor. Hatta daha başından iş seçiminde bu zorlu süreci çok daha yoğun yaşıyorlar. Herhangi bir alana odaklanabilmek pek mümkün olmuyor.
Alternatifler arasından seçim konusunu biraz daha açalım. İ.İ.B.F’li nasıl bir seçenek taramasından karar sürecine ulaşıyor? Kamu mu, özel sektör mü? Kamu ise hangi pozisyon, hangi kurum, A kadro mu B kadro mu? Bu seçeneklerin içerisinde bile ayriyeten onlarca farklı seçenek mevcut. Özel sektörse, yine hangi kurum, hangi pozisyon, hangi özel sektör? Yine bu seçimlerin her biri ayrı ayrı seçenekleri zorunlu kılıyor. Ayrıca bu seçimleri yaparken üniversite mezunu olmalarına rağmen girilmesi gereken ayrı ayrı sınavlar, mülakatlar söz konusu. Her birinin işe alım politikaları farklı. Hangisine nasıl çalışmalı, bunun dahi doğru seçiminin yapılması gerek.
Diyelim ki bu zorlu süreçte kararımızı verdik veya şartlar bizi bankacılığa götürdü. Peki, burada seçenek süreci sona eriyor mu? Elbette hayır. Tekrar özel mi kamu mu sorusu. Hangi banka? Hangi pozisyon? Hangi il, hangi şube? Gişe mi, operasyon mu, satış mı; yönetici yardımcılığı mı, müfettişlik mi? Her bir tercih zor kararı ve izlenmesi gereken farklı bir yolu gerektiriyor.
Ayrıca bu olağan şartlara olağanüstü koşullar da ekleniyor. Seçim bir alışverişteki kadar basit değil. Tek başınıza karar verebilme olanağınız yok. Birçok rakiple de yaptığınız seçimler için yarışıyorsunuz ve maalesef bu rakipler yalnızca İ.İ.B.F.’lilerden de oluşmuyor. Örneğin birçok bankada çalışan kimya mezunu, seramik mühendisi, öğretmen gibi farklı yetkinliklere sahip çalışanlarda var. Aynı şekilde birçok şirkette ihracat işleriyle uğraşan yabancı dil mezunları. Bu örnekleri çoklaştırmak hemen hemen her sektör için mümkün. Bol alternatif içerisinden seçim yapmanın zorluğunun yanı sıra İ.İ.B.F.’liler için bir de böylesine uygulamalar söz konusu. Tabi işin içine “referans” konusunu hiç sokmuyorum. Tırnak içindeki referansın konusu başlı başlına ayrı bir çalışma ister.
Bu bol seçeneğin, seçenek özgürlüğünün sonuçları neler getiriyor? Schwartz’ın bilgilerinden yararlanırsak; bol alternatif içerisinden seçim yapmak, kısıtlılara oranla pişmanlık oranını çok daha yüksek seviyelere taşıyor. Kararı başkalarının vermesi duyulan tatmini artırıyor ve İ.İ.B.F.’li için bu pek mümkün değil. Bir öğretmen bir avukat veya bir doktor örneğin, bol alternatif içerisinden seçim yapmak zorunda değil. Ayrıca onlar için zorunluluklar var ve onlar adına karar vericiler. Çalışma yerini kendisi belirleyemiyor örneğin. Devlet şurada çalışacaksın diyor ve yola koyuluyorlar. Bu nedenle Schwartz’ın ve çeşitli çalışmaların gösterdiği üzere bu kişilerde tatmin çok daha yüksek oluyor. Fırsat maliyetleri düşük, karar vericileri var ve bu yüzden seçimlerine daha iyi adapte olabiliyorlar ve dolayısıyla daha tatmin ve mutlu olabiliyorlar.
İ.İ.B.F.’liyi diğer meslektekiler gibi daha az seçeneğe maruz bırakmanın bazı yolları olabilir. Örneğin lisans eğitimi sonrası yüksek lisans eğitimine devam etmek, uzmanlığı ve beraberinde daha az seçeneği mümkün kılabilir. Aynı şekilde eğitimi sırasında, mezun olmasının ardından kendisini nelerin beklediğini bilmek ve bu seçenekleri incelemeye eğitimi sırasında başlamak, seçim kararı vermeye sıra geldiğinde daha az seçeneği önüne sürebilir. (Bu konuda eğitim kurumlarımıza ve bu kurumlardaki öğretim üyelerimize de büyük görev düştüğünü düşünüyorum.) Bu seçenek kısıtlayıcı imkânlara birde zamanında bu süreçten geçen, doğru veya yanlış karar alan deneyimleri dinlemek de işi biraz daha kolaylaştırabilir. Ancak dediğim gibi biraz! Seçenek özgürlüğü İ.İ.B.F’li için her zaman var olacaktır. Karar verip bir yerde çalışmaya devam etse bile…
Aslında yazılabilecek çok daha fazla şey var. Burada kısaca özetlediklerimi, Barry Schwartz’ın Bolluk Paradoksunu okuduktan sonra kendinizde çok daha geniş bir bakış açısına yayabileceksiniz. Gündelik hayatımızdaki bolluk paradoksu ile ilgili de çok önemli bilgilere, tespitlere varabilecek ve önemli bir farkındalık kazanabileceksiniz..
Ülkemizin ekonomik yapısı, işsizlik düzeyi, İ.İ.B.F.’li mezun sayısı, adil olmayan işe alım politikaları, “referans” sorunu gibi olumsuzluklara birde bu bolluk paradoksunu eklediğimizde iç karartıcı bir tablo ortaya koyduğumuz kesin. Ancak unutulmaması gereken her hangi bir kurumda veya idarede en tepe noktaya çıkabilme potansiyeline en çok sahip olanlar da İ.İ.B.F.lilerdir: gelir açısından da, pozisyon/statü açısından da.
Birikimin, bilginin, şansın ve doğru seçimlerin ve sonunda tatmin ve mutluluğun başta biz İ.İ.B.F.’liler olmak üzere doğru seçimler yapmak zorunda olan tüm iş dünyası adayları ve çalışanlarıyla olması dileklerimle…

15 Temmuz 2008 Salı

Yeni Logo ile Yola Devam...

Aralık 2007'de blogsfere giren marketman-onair, yeni logosuyla pazarlama dünyası içerisindeki macerasına kaldığı yerden devam ediyor.

Bilindiği ve önceki bazı yazılarımda da üstünde durduğum gibi "kimlik" olayı çok önemli. Nasıl ki insanların kendilerini ifade ettikleri ve diğerlerinden ayrıldıkları isimleri ve imzaları varsa, kurumların ve markalarında kuşkusuz bir kimliği ve imzası olması lazım. Bu bağlamda Marketman'da geçen bu 7-8 aylık süreçte artık özgün bir logoya ihtiyaç duydu. Yine nasıl ki başlarda insanlar imza niyetine parmak izlerini kullanırken bugün kendilerine özgü imzaları varsa, Marketman'de ilk aylarını parmak iziyle geçirdi ama şimdi şık, çağdaş, genç ve farklı bir imzası var.

Bu logoyu tasarlayan egrafiker'e de sonsuz teşekkürler. Mayıs 2008 sonunda açılan www.egrafiker.com tecrübeli grafikerlerden oluşan genç bir internet sitesi. Kendileriyle iletişime geçtiğim ilk andan itibaren büyük bir anlayış ve özverili çalışmalarıyla hem ne kadar profesyonel olduklarını hem de ileride çok daha başarılı olacaklarının sinyalini verdiler. Şimdiden kısa sürede çok ciddi referansları var zaten. 2009 yılında İngilizce, Rusça, Çince ve Almanca dilleriyle de hizmet vermeye başlayacak olan egrafiker, koyduğu hedefler ve vizyonunun büyüklüğü ile de hem şuan bulunduğu hem de ileride edineceği konumuyla ilgili önemli ipuçları veriyor. Marketman olarak egrafiker'in ilk müşterilerinden biri olmaktan ve egrafiker ile çalışmaktan dolayı çok mutluyum. İleride çeşitli banner hizmetlerinden(özellikle flash banner) tekrar yararlanacağıma eminim.

Sizlerinde beğeneceğine inandığım yeni logo ile birlikte kaldığımız yerden devam...

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Çıtır Ayşe, Ayşe Teyze'ye Karşı

Sanırım 2-3 ay önceydi. Ayşe Hatun Önal'ın başrolde oynadığı Cipso reklamını izlediğimde aklıma ilk gelen Lays'in Ayşe Teyze'siydi. Çıtır Ayşe, Ayşe Teyze gibi köydeydi ama "yiyin gari" demiyor, nazik bir şekilde "cipso yemez misiniz" diyordu. Gerçi Çıtır Ayşe köy halkından değildi zaten, motorbisikletine atlamış köye gelmişti, son teknoloji cips makinasından patatesleri atıyor cipsoları çıkarıyordu. Köylüde şaşkındı tabi; "çıtırın sırrı buymuş meğer". Gerçi bu tepkinin cipsoya mı Ayşe Hatun'a mı verildiği biraz karışık, daha soğrusu her ikisine de gibi.

Bu reklam kampanyası, reklamların dönmeye başlamasından hemen önce Kraft tarafından tanıtılmıştı. Ayşe Hatun Önal'ın da hazır olduğu tanıtım basın toplantısında Ayşe karakterinin Cipso'nun genç, dinamik ve yenilikçi yüzünü yansıttığı vurgulanmıştı. Reklam kampanyası için yapılan tercihler elbette Cipso'nun tercihi ama reklamları o kadar fazla Ayşe Teyze'ye dokunuyor ki biraz rahatsızlık veriyor.

Bu yazıyı, reklamı ilk izlediğimde de yazmak istedim ancak belkide yanlış düşünüyorumdur, Ayşe Teyze'ye dokundurma benim algıladığım kadar değildir diye düşünerek vaz geçmiştim. Reklamdan anlaşılması gereken; "patatesleri en kaliteli ve doğal ortamından alırız ve en son teknolojiyle cipse dönüştürürüz. Daha genciz ve bu cipslerimizde bu yüzden çok daha çıtır" olmalı, ben fazla kuşkucu bakıyorum herhalde dedim. Ancak şu son reklamlardan sonra tamamen haklı olduğumu anladım. Köylü, hep bir ağızdan bağırıyor: "En çıtır Ayşe bizim Ayşee.."

Elbette bu yapılan ilk değil. Bir çok marka, rakibinin reklamını, kampanyasını, logosunu, ismini vs. vs.. tiye alarak reklam yapar. Bunlardan çok başarılı olanlarda olur. Hatta belki Cipso'da başarılı olmuştur, tam olarak bilemiyorum. Ancak bu reklam beni rahatsız ediyor ve birçok kişiyide rahatsız edeceğini düşünüyorum. Peki neden?

Öncelikle Ayşe Teyzeli reklamları çok beğendik ve Ayşe Teyze'yi toplum olarak hepimiz benimsedik, sempati duyduk, sevdik. Doğaldı Ayşe Teyze, değerlerimiz yansıtan, içten köy kadınıydı ve hepimizin teyzesiydi. O zaman ki rakamlar Ayşe Teyze'nin Lays satışlarını %20'lere varan oranlarda artırdığını gösteriyordu. Çoğu şov programı hatta haber programlarının konuğuydu Ayşe Teyze sık sık. Raytingi çok yüksekti çünkü. Daha çok uzatabiliriz ama kısacası Ayşe Teyze çok başarılıydı(halen başarılı) ve Lays bunun karşılığını da gördü.

Şimdi siz bu kadar sevilen ve herkesin teyzesi olan, yaşı hatrı sayılır bir yere gelmiş Ayşe Teyze'yi başka bir Ayşeyle yarıştırırsanız hemde bunu "çıtırlık" üstünden yaparsanız toplumu rahatsız edebilir. Beni her seferinde rahatsız ediyor ve Ayşe Teyze'ye olan sevgimi artırıyor.

Bir önceki yazıda belirtmiştim güldüren reklamlarda dokundurmalarda dikkatli olunmalı diye. Burada bunun güzel bir örneği var ancak bence burdaki esas sorun Sayın Ali SAYDAM'ın her seferinde ısrarla söylediği: "iletişim projelerinin, hedef kitlenin kültür ve değerleriyle uyumlu olması gerekliliği"

8 Temmuz 2008 Salı

HİKAYENİN GÜCÜ

Tarihin ilk zamanlarından bu yana insanlığın iletişiminde hikaye önemli bir yere sahip olmuştur. Yaşanmışlıklar, deneyimler hikayeleri yaratmış, sonrakilere yol gösterici olmuştur. Efsanevi hikayelerle insanlar kendilerine tanrılar yaratmış, topluluklar, ülkeler kurmuşlardır. Birçok kişinin, topluluğun hayatını öğrendikleri hikayeler yönlendirmiştir. Hikayelerden dersler çıkarılmış, zaman zaman öğrenmek için zaman zaman gülmek için hikayeler aracı olmuştur.
Günümüze gelindiğinde hikaye gücünü artırarak varlığını sürdürmektedir. Normal iletişim gücünün ötesine geçmiştir. Hayatta başarılı olmanın gereklerinden biri iyi hikayeler anlatmaktan geçmektedir. Aynı zamanda da iyi hikayeleri dinlemekten. Bir işe sahip olabilmek için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız, başarılı bir marka olmanız için iyi bir hikayeye sahip olmalısınız...

Annette Simons'da Hikayenin Gücü adlı kitabında hikayenin bu güçlerine değiniyor. Daha henüz kitabın kapağında sıralıyor:
- Hikayesi olmayan markaya müşteri yok...
- Hikayesi olmayan lidere iktidar yok...
- Hikayesi olmayan CEO'ya ikinci çeyrek yok...
- Hikayesi olmayan insana kariyer yok...

Kitapta, hikayenin önemi, nasıl kullanılacağı, nasıl anlatılacağı, nasıl dinleneceği bir çok yerinde örnekle sıralanıyor. Herkesin iyi bir hikayesi olması gerekir diyor Simons ve ardından ekliyor: Herkesin mutlaka iyi bir hikayesi vardır. Yapılması gereken bunun farkında olmak ve anlatmayı bilmek.

Geçenlerde bir arkadaşımın uluslararası bir şirketteki mülalatında şirket yöneticisinin beklentisini aynen aktarıyorum:
"Bana bir hikayeni anlat ve beni etkile..."

Evet artık şirketlerin aradıkları çalışanlar güçlü hikayeleri olanlar. En azından hikaye ile onları etkileyebilenler. Günümüzde etkileme ve iknanın gerektiği her alandaki en güçlü silah hikaye...

Amerika'da "master the art of storytelling" adı altında yüksek lisans programlarına giren, bir çok eğitimin ana konusu olan hikaye anlatımı konusunda en azından bu muhteşem kitabı okuyarak önemli bir bilince sahip olabilirsiniz. Belki bir gün bizim üniversitelerimizde de hikaye anlatımı yüksek lisans programları olur, en azından dersleri olur. Ancak o gün gelene kadar şu an sahip olabileceğiniz en iyi(hatta tek) Türkçe kaynak MediaCat yayınlarından çıkan Annette Simons imzalı "Hikayenin Gücü".

3 Temmuz 2008 Perşembe

Çok Güldük. Gidip Biraz Alışveriş Yapalım!!!

Son zamanlarda birçok marka, reklam kampanyalarında eğlenceyi ön planda tutuyor. Hedef, tüketicileri eğlendirmek ve güldürmek. Sonrasında da beklenti; anlık da olsa mutlu olan tüketicilerin bu mutluluklarını o markaya yönelteceği ve o ürünü satın alma arayışına sokacağı.

Eğlence faktörünün her zaman reklamda yeri olmasına rağmen son yıllarda artması, öncelikle modern toplumdan postmodern topluma geçmekten kaynaklanıyor. Rasyonel olmak artık eskisi kadar önemli değil, duygularımız daha ön planda. Tüketiciler satın alma kararlarını da bu doğrultuda veriyor.
İkincisi; güldüren reklamlar daha fazla izleme isteği doğuruyor ve ağızdan ağıza pazarlamayı daha etkin kullanabiliyor. İzlediği bir reklamı arkadaşına anlatan kişinin aktardığı reklam genellikle güldüren reklamlar oluyor. Ayrıca öyle eğlenceli reklam çalışmaları var ki, sırf bunları izleyebilmek için tüm reklam kuşağını takip ettiğimiz zamanlar olabiliyor. Kuşkusuz özgün birçok reklam bu özelliğe sahip olabilmekle beraber, güldüren reklamlarda bu etki olasılığı çok daha yüksek. Sanırım gülmeye olan ihtiyacımızın fazla olmasından dolayı, bu savım ülkemizde daha da geçerli.
Kısa dönemli güldüren reklam çokluğuna baktığımızda da, bunun mevsimsel etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bahar ve yaz ayları, insanların kendini daha pozitif hissettikleri, tatil ve dinlenme güdülü oldukları aylar. Bu aylarda hüzün içerikli reklamlar tüketicileri rahatsız edebilir. Sonbahar ve kış aylarında da nispeten tersi söz konusu olabilir.

Peki, güldüren reklamlar markalara neler katıyor? Güldüren reklamlar gerçekten satışları artırıyor mu?

Öncelikle güldüren reklamların, markalara sempati uyandırabileceği bir gerçek. Ancak güldürme şekli, yani işlenen konu önemli ve ayrıca ifade ediliş şekli. Güldürürken hiç bir kesimi rencide etmemek lazım, hatta rakibinizi bile.
Diğer yandan yukarda da belirttiğim gibi, reklamın izlenirliğini artırabilir ve hızlı bir şekilde ağızdan ağıza yayılabilir. Aktüel haber sitelerinde, günlük gazetelere konu olan reklamlar bile genellikle güldüren reklamlar olur.

Güldüren reklam, satışlara olumlu yansır mı derseniz, tek başına bunu sağlaması güç olabilir. Ancak markaya kattığı sempati, bilinirliğini artırma fonksiyonu, günümüzdeki duygusal tüketiciyle arasında kurduğu bağ satışlara yardımcı olabilir. Ama elbette bazı durumlarda ters etki de yapabilir. Güldüren reklamda işlenen konunun bazı kesimlerden tepki görmesi, güldüren reklamda kullanılan ünlüleri sevmeyen kesimin tepkisi vs. olumsuz etkilere ön ayak olabilir.

Tüketiciler açısından zaman zaman da yanıltıcı olabilir güldüren reklamlar. EPICA reklam yarışmasında, jürileri oy verecekleri reklamlar konusunda uyaran EPICA başkanı Andrew Rawlins'in uyarısının ilk sözleri şu: "Güldüren reklamlar sadece güldürdüğü için sevimli gelebilir, ancak lütfen gülmenin büyüsüne kapılmayın." Duygusal değerlerini daha ön planda tuttuğunu söylediğimiz tüketiciler için de bu uyarı geçerli: gülmenin büyüsüne fazla kapılmamak gerek.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Fake Genuine Watch!!!

İş dünyasının herzaman önemini koruyan sorunlarından biri ürün ve marka taklitçiliği. Özellikle markalaşmanın önem kazanmasıyla birlikte dozajı artan taklitçilik sadece ilgili marka ve ürünün değil, işletmelerin, çıkar gruplarının, tüketicilerin ve ülke ekonomisinin büyük belası.

Marka taklitçiliği söz konusu olduğunda, iki farklı uygulama söz konusu: Bunlardan ilki; marka ismi ve/veya şeklinin aynen taklit edilmesi olan açık marka taklitçiliği. İkincisi ise; taklit edilen markayla benzer isimler, logolar, amblemler kullanma şeklinde olan tanınmış marka imajından izinsiz yararlanma.

Açık marka taklitçiliği tam bir hırsızlık. Büyük yatırımlar yaparak, (genelde) uzun yıllar sonucu güçlü bir imaj oluşturan markayı aynen olduğu gibi taklit ederek pek tabii yasal olmayan yollarla pazara sunarak ve bunun orjinal olduğunu iddia ederek var olan taklitçiler, yukarıda sıraladığım bütün çıkar gruplarını çok büyük zararlara uğratıyorlar. Tanınmış marka imajından izinsiz yararlananların yapmış oldukları da yanlış olmakla birlikte en azından kendilerini ortaya koyuyorlar. Benim ürünüm, markam o değil ama onun gibi mesajı veriyorlar ve taklit ettikleri markalarla aralarındaki hukuki yolları da açık bırakmış oluyorlar. Bu taklit marka ve ürünlerin farkında olmak açık marka taklitçiliğindekine göre çok daha kolay çünkü.

İşte bu noktada benden bir alkışta tatil yörelerimizdeki imitasyonculara. Özellikle turistlerin yoğun oldukları bölgelerde Dünya'nın önemli markalarının saatlerinin satılması(tabiki sahte olanlarının) moda. Ancak benim genelde gördüğüm, bu genelde küçük olan dükkanlarda bunların "Fake Genuine Watch" ibaresi altında satılması. Önlerindeki tabelalarda veya camlarda bunu hiç çekinmeden sergiliyorlar. Elbette bir markanın taklidinin satılması doğru birşey değil ama en azından dürüst olmak doğru birşey. Ne yaptıklarını, ne olduklarını alenen ortaya koyuyorlar. Yapılması gereken birşey varsa bu noktada yasal temsilcilere veya marka yetkililerine düşüyor. (ve pek tabi biraz da biz tüketicilere)

Geçen günlerde eBay'e Fransız mahkemeleri tarafından 35 milyon euroluk tazminat kararı alındı. Sebebi sahte markalı ürünlerin satışına onay vermesi. Müzayede tabanlı ve temel süreci tüketicilerin yürüttükleri ve bu tüketicilerin sayısının hatrı sayılır bir seviyede olmasından dolayı eBay'in gözünden kaçmış olabileceğini düşünmekle birlikte, söz konusu tüketiciler arası alışveriş olduğundan sorumluluğun onların üstünde olduğunu düşündüklerinden dolayı umursamamış olabileceklerini de düşünüyorum. Ama elbette ne olursa olsun, böyle bir hizmeti sağlayıp her açıdan çok iyi sonuçlar alıyorsanız, diğer çıkar gruplarının çıkarlarını da, özellikle de faaliyetlerinizi yürütmede temel varlıklarınız olan ürünlerinizin markalarını kollamak gerekir.

Peki sizce 35 milyon euro çok mu? Bunun cevabını PriceWatershouseCoopers'ın 2002 yılında yayınladıkları Marka Koruma Grubu Raporundaki yalnızca Türkiye'yi içeren verilerle veriyim:
  • Türkiye'de 2000 yılında taklitçiliğin ekonomik maliyeti 3 milyar A.B.D. dolarına varıyor ve bu kayıp ortadan kaldırıldığında, aynı miktar para ile;
  1. 1997-2000 seneleri arasında ekonominin lokomotif sektörü olarak kabul edilen otomotiv sektörüne yapılan yatırımın iki katı yatırım yapılabilir,
  2. Muhtemel bir Marmara Depremi ile ilgili olarak yapılması gerekli iyileştirme çalışmalarının çoğu tamamlanabilir ve binlerce hayat kurtarılabilir,
  3. 410.000 yetime bakım sağlanabilir,
  4. 90 tane 600 kişilik kapasiteli yoksul, kimsesiz, yaşlı ve yetimlere Darülaceze tarzında hizmet veren bakım evleri kurulabilir,
  5. 290.000 kişiye 100 m2'lik sosyal konut, 75 tam donanımlı 400 yatak kapasiteli hastane, 3800 tane 1000 öğrenci kapasiteli okul binası, 15.000 tane 500 öğrenci kapasiteli spor salonu binası inşa edilebilir,
  6. 2 milyon kişi asgari ücretle istihdam edilebilir,
  7. En az 2 milyon kişi işsizlik sigortasından yararlanma imkanı bulabilir.
Kuşkusuz bu listeyi uzatmak mümkün. PWC'nin bu analizleri önemli bir gerçeği ortaya koyuyor. Tüketiciler olarak sahte ürün alma konusunda tekrar düşünmemizi sağlıyor. Ayrıca bu rakamlar 2000 yılı rakamları. Acaba günümüzde bu rakamlar nerelere ulaştı?

Son olarak bu kasvetli sonuçlardan mükemmel bir taklitçilik örneğiyle çıkarak, tebessüm ederek bitirelim. Belki birçoğunuz izlemiş veya okumuşsunuzdur ama yineleyelim: İstanbul Eminönün'de hamsterları sarı renge boyayan esnaf bunları pikaçu olarak satıyorlardı. Çocuklara, kahramanlarından birine canlı sahip olabilme fırsatı yaratan Eminönü esnafını yaratıcılıklarınından dolayı kutluyorum :) Ayrıca Pikaçu markasını kullanmalarına rağmen, açık bir marka ve ürün taklitçiliğinden de söz etmek pek mümkün değil bence.